16 Ocak 2010 Cumartesi

AIR

Son albümleri 'Love' ile beni benden alamasalar da yine de hayal kırıklığına uğradım demek istemiyorum onların yaptığı bir şey için. Uzun zaman önce kendileri için yazdığım yazıyı buraya koymayı çok istedim.

Grubun adı: Air

Tarzı: Araştırdım, baktım, chill out diyorlar, elektronik diyorlar, valla pek tanımsız diyorlar ama ortak nokta, Pink Floyd kanı taşıdığı konusunda.

Nasıl keşfedildiği: Playground Love; bu parça ile... Kocaman bir mektup aldım yıllar önce; o mektubu okurken dinlemem gereken bir CD ve de... O dönem bir CD çalarım yoktu ve en yakın teknoloji ünitesinde CD’yi kasede çektirdim. En çarpıcı parçaydı, benim için hazırlanan o albümdeki parçalar arasında. Ama uzun süre Air’ın diğer parçalarını ve albümlerini araştırıp dinlemek gibi bir derdim olmadı. Yetti bana Playground Love... (Hatta artıyordu bile çoğu zaman)

Site: www.pocket-symphony.com (Gayet keyifli bir tasarıma sahiptir siteleri. Dekorasyonla iç içe. Ne bileyim, bir masanın üzerinde duran eşyalar. En şeker olan şeyse galeriye girersin, eşyalar yakınlaşır ve tıkladığınız her fotoğraf, boş duran çerçevede büyük boy görünür. Video dersin, TV yakınlaşır, onun içinde döner videolar...

Bazı kelimeler vardır, gerçek anlamları dışında anlamlar canlandırırlar beyin kıvrımlarında... Bana mı öyle oluyor, bilemiyorum ama bana oluyorsa birileri de aynı şeyi hissediyor olabilir diye düşündüğümden bu denli rahatım beynimin kıvrımlarını ifşa ederken. Organik kelimesi mesela; canlı bir şeyin parçası veya ondan meydana gelmiş bir şeyi anlatmak için kullanıldığı yönünde kayıtlarda. Ekolojinin önem kazanmasıyla da sık sık kullanılmaya başlandı bu Fransız kökenli güzide kelime. Organik domatesler, efendime söyleyeyim, reçeller... Neden organik kelimesine bu kadar takıldım... Sebep şu ki buradan bir gruba bağlayacağım sözü; o da Air. (Yazarken fark ettim de grubun ismi pek bir organik; yalan mı?)

Air’ı birkaç aydır sıklıkla dinliyorum, fena halde de seviyorum. Yaptıkları müzik için beynimde oluşan tanım ise şu: Organik müzik. Dinlediğim tüm parçalarını düşünüyorum; tüm parçalar organik, ferah, taze... Benim bu tanımıma karşılık, grubun sıkıntılı olduğu sonucuna varılmış birçok yorum okudum ve hiçbirine katılmadım. Şuna bağladım: Grubun adının duyulmasında oldukça büyük etkisi olan, 1999 yapımı sinema filmi The Virgin Suicide. Air’in müziklerini yaptığı filmin konusu, beş kız kardeşin sır ve sıkıntı dolu aile yaşantısıdır. Sıkıntılıdır film ve Air’ın müzikleri de bu sıkıntıya eşlik eder. Ama bir Playground Love filmden bağımsız şekilde dinlendiğinde (ki ben filmi izlemeden önce -çok da sık olmakla birlikte- yıllardır dinliyordum) gayet şeker bir parçadır. Sen benim oyun bahçesi aşkımsın der Türkçe mealinde; çok da tatlı sözlerle devam eder. O ki Air’ın “sıkıntılı” yaftası bu albümle yapışır. Buna ek olarak da grubun elamanları Jean-Benoit Dunckel ve Nicolas Godin Fransız’dır. Bu “Fransız grup olma” durumu, yaftanın arkasındaki yapıştırıcı miktarını biraz daha pekiştirerek iyice yapıştırır Air’a “sıkıntı” damgasını. Çünkü Fransız filmleri de, müzikleri de, havası da, suyu da sıkıntı demektir birçokları için. Ben ısrarla, benim için sıkıntı olmadıklarını söylüyorum ki dinlemeli mutlaka. Liseden arkadaş olan Jean-Benoit Dunckel ve Nicolas Godin, 1995 yılında, ya lise bitmeden ya da bittikten hemen sonra iki kişi kuruyorlar grubu. Konserlerde sayı 10’u (yazıyla on) bulsa da grubun iki kişi olmasıyla iyi müzik yapmaları arasındaki bağlantı CocoRosie’de bahsettiğim tezimi bir kez daha yineliyor ve daha birçok grubun bu tezi yineleyeceğine eminim. İşte yine iki kişi! Grup sırasıyla 1997’de Premiers Symptomes, 1998’de Moon Safari, 2000’de The Virgin Suicides, 2001’de 10,000 Hz Legend, 2002’de Everybody Hertz, 2003’te Air Baricco, 2004’te Talkie Walkie, 2007’de Mer du Japon, yine 2007’de Pocket Symphony albümleriyle karşımıza çıkıyor. Yani sık sık çıkıyor, gayet de sağlam çalışıyor. Son olarak 2008 Nisan ayında ise -tam on yıl önce yaptıkları- Moon Safari albümünün yenilenmiş haliyle, Moon Safari Reedition’la kendilerinden söz ettiriyorlar ki bu “reedition” taktiğiyle devam ederlerse 2017’ye kadar varolanı yenilemekle uğraşacaklar. (Yok canım olmaz öyle şey.) Bu albümler dışında ise Jean Benoit Dunckel’ın bir solo albümü çıkmış 2006’da; bu var, bir de Lost in Translation filminin müzikleri var. Daha neler, neler...

Tavsiye edilen parçalar:

Biological: Talkie Walkie’de yer alan parça. Playground Love’dan sonra en çok kayırdığım ve dinlemenizi tavsiye ettiğim değil, ısrarla direttiğim parçadır. Aşk her müzik tarzında işlenir, hatta o kadar işlenmiştir ki artık kazınmıştır akıllara. Türlü çeşitli yolu vardır aşkı anlatmanın ama bu yaşıma kadar dinlediğim tüm şarkıların içinden iki tanesini seçerim ve derim ki “budur arkadaş”. Kasmaya gerek yok, gayet basit cümlelerle anlatmak bir yana, yaşatılabilir aşk. Bunlardan biri John Lennon’a aittir: Love. Diğeri de Biological. XX XY, That’s why it’s you and me! Aşık dinleyiniz!

How Does It Makes You Feel?: Gerçekten kırık bir parçadır. Dinlerken bir uzaylı ile dünyalının arasındaki anlamlandırılamaz aşk canlanıyor gözümün önünde. Uzaylı kendi gezegeninden sürekli olarak dünyadaki hatun kişiyi izliyor. Hatun izlendiğini biliyor, o da aşık. Ama yapabilecekleri bir şey yok. Çünkü bu planetsel bir sorun. Ve uzaylı abi soruyor: İyiyiz, hoşuz da bu aşk sana ne hissettiriyor. Hatunun cevabı ise fevkaladenin fevkinde, gerçekten bir hatun yaklaşımı. “Dinleyiniz”in ötesindeki tavsiyem şudur ki bu parçanın klibini mutlak suretle izlemeniz.

Alone in Kyoto: Bu parça başından sonuna kadar etkileyiciliğinden hiç ödün vermez. İlkbahar gecesinde hiç uyuyamamış bir bünyenin, sabahın ilk ışıklarıyla yürüyüşe çıktığında, serin havanın uyuşuk bedeni her adımda biraz daha açması ve büyüyen ağaç dallarının çıtırtısını duyma hissiyle aynı şeyi hissettiriyor bana. Yeni yaşam alanına atılmış ve bundan sonra bir evin bahçesindeki küçük gölette yaşayacak olan turuncu balığın öpüşme hayali ya da... “Mutlaka dinlenmeli” listesinde.

Empty House: Kurcalar. Biraz yüksek sesle dinlendiğinde tüm düşünceleriniz bir araya gelir, el ele tutuşur ve kafatasınızın içinde dönmeye başlar. “Arkadaşım bilmem ne, arkasını dönse” oyununu oynar düşünceler; giderek büyüyerek... O sırada zemin çimenle kaplanır, bir ağaç büyüyüverir kenarda. Çimenler büyür, uzar, uzar, düşüncelerin üzerini kaplar. Sonra yalınayak yürümeye başlarsın uzamaya devam eden çimenlerin üzerinde. Ezerek ve çiğneyerek, altta kalmış oyun oynayan düşüncelerini. Arkasını dönme sırası tam da sendedir ki o esnada biter parça.

Left Bank: Pocket Symphony’den, yerden birkaç metre yüksekte yürüten parçadır. Kalabalıkta yürürken biriyle karşılaşma isteği duyulur ya deli gibi, herkesin yüzüne bakarsın tek tek... Bunu da tanımıyorum; yo, bu da değil; aaa, bu şey miydi; yo, onun saçları bu kadar uzamış olamaz; yok ya bunu da bilmiyorum... Kafayı kaldırırsın sonra. “I can’t hold the sun.”

Ben daha yazarım bir dolu parça ama siz de dinleyin lütfen.


8 Ocak 2010 Cuma

saç baş karılmış

Dekorasyonla hiç ilgilenmeseniz bile bu sandalyeler ve tabureler eğer kadınsanız mutlaka ilginizi çekecek. Buna eminiz. Saçlarla kaplı bu ilginç oturma ünitelerinin bir kadın tasarımcının imzasını taşıyor olması hiçbirimizi şaşırtmadı tabii ki. Kabiljo Inc. Markası altında tasarımlar yapan Dejana Kabiljo 2008 ve 2009 yıllarında Milano’daki Zona Tortona’da da adından bahsettirmiş. Hazırladığı bu oturma üniteleri Prettypretty koleksiyonuna ait. Bir kuaför salonunun iç mimarisinde kullanıldığında gayet eğlenceli olabileceğini düşündük. Ayrıca Dejana Kabiljo’ya ait bu tasarımlar Philippe Starck tarafından Beverly Hills’teki SLS Hotel’in iç tasarımında da kullanılmış.

( dikkat bu yazının resmiyetinin gerçek sebebi dergi için yazmış olmamdır. amin!)

Café Germain


Paris, seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli!

Şu uçak korkum beni engellemesin ve bir de problem-ül maddiyet olaylarını çözeyim, Paris'i görmeden ölmek istemiyorum açıkcası. Sitelerde fellik fellik gezerken karşıma yeni açılan bu restoran çıktı. Burası Paris’in ünlü oteli Hotel Costes’in sahibi (Thierry Costes) tasafından açılmış. İki katlı olan bu restoran 70’li yılların bistro tarzını yeniden canlandırıyor. İranlı mimar India Mahdavi tafarından tasarlanan Café Germain’in iki katı kadar boya sahip olan ‘Sophie’ ismindeki sapsarı kadın heykeli en ilgi çeken detay. Fransız sanatçı Xavier Veilhan’ın eseri olan bu heykel restoranda baskın olan koyu maviyle, hem zeminde hem de dekorasyon ünitelerinde kullanılan dama ve leopar desenleriyle, deri kanepeler, çiçek desenli vintage puflarla uyum içinde iki katta da kendini tüm endamıyla gösteriyor. Paris’ten sıkıldım diyenler varsa Café Germain’ı görmek için bile bir kez daha gidebilirsiniz. Ya beni de götürün ya sen de gitmeyin:P

4 Ocak 2010 Pazartesi

Hadise - ül LOVE

İçinde 'love' kelimesi geçen şarkıları saymaya kalksak o sözlerle dünya kaç kez sarmalanır kim bilir? Ama ben bunca yıllık hayatımda bundan daha iyisini dinlemedim, bu kadar basit sözlerle bu hadisenin daha iyi anlatılabileceğini de sanmıyorum.

LOVE
Love is real, real is love,
Love is feeling, feeling love,
Love is wanting to be loved.
Love is touch, touch is love,
Love is reaching, reaching love,
Love is asking to be loved.
Love is you,
You and me,
Love is knowing,
We can be.
Love is free, free is love,
Love is living, living love,
Love is needing to be loved.

Bu çift için Moldy Peaches'in nadide parçası olan 'Anyone else but you''dan bir satır eklemeden geçemeyeceğim;
'WE SURE ARE CUTE FOR TWO UGLY PEOPLE'