27 Ekim 2010 Çarşamba

Piştt, Sen!

*

“seni sevmem
bu savaşı
kesintiye uğratmaz” dedin.
Önce savaşını bitirseydin. Ben birini severken savaşmadım başkasıyla hiç. Kendimle
savaşımı soruyorsan o başka. “Bu böyle” dedin. Seviyordum, sustum. Başlarken biliyordum. “Birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim.” Kansızlıktan hastanede yatmış benim annem. Ben de dayanırım diye düşünüyordum. Vitamin alıyordum. Ben değiştikçe sen eleştiriyordun. Yine de şükürler olsun beni anladığın kadarına, yanımda olduğun kadarına. Aza tamah etmeyen bulamazmış çoğu. ‘Çok’ hep çok geldi bana. Ne olurdu sen de savaşmasaydın ya.

“Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek…” diyor ya ben galiba bilerek ve istemeden atladım camdan.

Benim acımla acını anlatışının cümleleri aynı mıydı? Ben gördüm öyle yazmışsın. Beni mi sevdin acıyan canımı mı? Allah acı çektirenlerin yaksın canını. Ama özgün olsun her biri.

* Dikkat: Resmen sarhoşum

28 Haziran 2010 Pazartesi

çıkmaz

"... yani buraya çıkar
yani kendine çıkar
yani bu yol çıkmaz...

yani bu yol kendi etrafında
adanın etrafında
döner durur.

ada yine ada

burası bu yolun başıysa
aynı zamanda
sonudur da..

Ama yolu bırakır
tepeye vurursan
o zaman
başka..."

Seyyar balıkçı, A ay'dan

9 Haziran 2010 Çarşamba

bahtımın yıldızı

Orası bana tuhaf gelirdi. O sokak, gittiğimiz yol filan. Bizim yaşadığımız yerden çok daha farklı. Yerler ahşaptı. Girişte hiçbir şey yoktu. Ayakkabılar koyuluyordu. Hatırladım, bir de mutfak girişteydi sadece. Sonra merdivenler, onlar da ahşaptı. Uzun halı serilmişti. Eski yeşil rengiydi oradaki halılar. Basamaklara bastıkça gıcırdardı yer. Merdivenler bitince salon ve koridor. Salon kapısının tam karşısında da pencere. Pencerenin önünde cumba vardı. Ne zaman oraya gitsek bilirdim ki eve dönene kadar ben o cumbada oturacağım. Arada yiyecek bir şeyler getirecekler. Ben sokakta oynayan çocuklara bakacağım oradan. O çocuklar farklı, tenleri biraz daha koyu benden sanki biraz da pis gibiler. Bir üst katı da var ama hatırlamıyorum o kadar çok. Her yerde halılar. Yer hiç görünmeyecek kadar çok halı serilmiş. Boşluklara da minik paspaslar, sanki zemin görülse o evde yaşayanlar günaha girecek gibi. Net hatırlıyorum. O cumbanın demirlerinden ayaklarımı sarkıttığımı, yanıma koyulan dümdüz çinko tasın içinden kiraz ve erik yediğimi, öylece beklediğimi, saçlarımın uzun, upuzun ve uçlarının lüle lüle olduğunu, hava kararmaya başladığında beni oradan alacaklarını, kirazım ve eriğim bittiğinde yiyecek başka bir şey getireceklerini, cumbanın demirlerinin siyah olduğunu ve yer yer boyasının döküldüğünü, oturduğum mermerin serin olduğunu, içeridekilerin yüksek sesle konuştuklarını, o evde tuhaf bir his olduğunu hatırlıyorum. Böyle!

2 Haziran 2010 Çarşamba

darla-n-ma!

• Balkondan gelen sigara dumanı eski çağlardaki gibi iletişim kurmamızı mı sağladı acaba? Duman dindiğinde yanımdaydı. İyi kötü ne fark eder.
• Yolda yürüyen adam “Bir beklentin olmazsa hayal kırıklığına da uğramazsın” dedi. Yolda yürüyen adamlarla dolu içim.
• Her gördüğü obje üzerine “neden” sorusunu yöneltip geçmişle ilgili bilgi toplamak isteyen kadınının suratının ortasına bir tokat atayım istiyorum. Dudağının kenarından sızan kanla ruju birbirine karışsın ve bir süre içine sinsin. İzin versin olmasına. İç kanaması o oluyor herhalde, içimde yaşıyor, giderek büyüyor ya!
• Biranın yanında gelen tuzlu fıstık kâsesinin içine atıyorsan kabukları şayet, bir süre sonra kabuklar yoğunlukta oluyor. Hangi kabuğun içinde fıstık var hangisinde yok anlamıyorsun ya. Deniyorsun da ama. Boş olanlar dağılıveriyor elinde. İnsanlara güvenmek gibi tuzlu fıstık kasesi. Eğer patlıyorsa fıstıklar insanlardan farklı olarak üzerine soğuk su içmek yerine biranı dikiyorsun kafaya.
• Belediye otobüslerinde ne zaman bir öğrenci “Paso göstermem gerekiyor mu?” diye soruyor ya gülüyorum saçma sapan. Ama yıllardır böyle bu. Tonlama mühim!
•Nutella’yı dolaba koyan annelere karşıyım. O vıcık kıvamı bozmayın, lütfen ama!
* Sana seni anlatıyor olsa bile kendini anlatır insan aslında. Herkes ama kendini anlatır. Ben bir süre susmalıyım.
•Güne başlarken ve bitirirken hep aynı şeyi okuyordu. Bir şiir. Hep değil de işte. Ama o dönemi en iyi başka bir herif anlatıyordu. Kendi susuyordu.
Arabesk
adımı ilk söylediğin gün
kan geldi kulaklarımdan o gece
aceleyle çıkıp evden
seni aradım saatlerce
bulsam vuracaktım
sen ölünce dudaklarından öpecektim,
mikrop kapmasın diye
tentürdiyot sürecektim ağzıma
buna bütün eczaneler gülecekti
allah belamı versin
seviyorum işte ne yapayım
kavuşmak yalnızca varsayım, zayıf ihtimal
özlem hararetli bir esin, kırık bir hayal
ama zulmeden, kahreden o mavi sesin
'acı çekeceksin, yok olacaksın' diyor hâlâ
ve isyan ediyorum allaha
olmalısın, diye haykırıyorum
evet, evet, ordasın
hatta bir cübben
cübbenin de kürklü yakaları var!
ve ben, ölünce yapışacağım o yakalara
yanıt ver, diye bağıracağım, yanıt ver
neden neden neden neden neden neden
beni bütün şeytanlar alkışlayacak
seni ilk gördüğüm gün
bir martı oydu iki gözümü de
(Küçük İskender)

12 Mayıs 2010 Çarşamba

aklım dönse!


En yakındaki lunaparka gitmek istiyorum. Hava kararmak üzereyken ama. Var olan her şeye binmek istiyorum. Tek başıma! Kulağımda da bu şarkı olsun. Son ses! Korktuğumda çığlık atmak yerine bağıra bağıra bu şarkıyı söylesem!


foto

8 Mayıs 2010 Cumartesi

İçeri buyur!

Eğer kapıyı açıp “İçeri buyur” dediğimde içeriye girmek seni korkutacaksa, kendinden emin bir şekilde atamayacaksan kirişten içeriye ilk adımını kapımı çalma sakın!

Oturduğun koltukta aklından başka bir şey yapmanın heyecanı olacaksa, pencereden giren güneş benim gözlerimi kamaştırdığı kadar kamaştırmayacaksa gözlerini, sehpanın üzerine koyduğum kahvenin tadı sana acı gelecek ama sen yine de “Çok güzel olmuş eline sağlık” diyeceksen, duvardaki fotoğraflar sana merak ettirmeyecekse nereden geldiğimi, mutfaktaki garip ses beni tedirgin ettiği kadar etmeyecekse seni tedirgin, yahut önemsemeyeceksen halıya düşen kırıntıları, akşam ne yiyeceğimiz konusu benim umurumda olduğu kadar senin umurunda olmayacaksa, “Neden geldim” buraya diye soracaksan kendine ben sana cümleler kurarken ve açıkça söyleyemeyeceksen “Geldim ama beklediğim bu değildi” diye, masanın üzerine serdiğim çiçekli örtünün deseni hatırlatmayacaksa sana çocukluğundaki piknikleri, güneş batarken kızıl buluta benimle birlikte selam vermeyeceksen pencereden kapıma gelme sakın. Kapımı çalma!
Çünkü sen oturduğun koltukta dışarı bakıp bir an hüzünleneceksen ben ne olduğunu merak edeceğim, tam da o an ne düşündüğünü, “kahveyi gerçekten beğendi mi” diye düşüneceğim için için, o terliklerle rahat edip etmediğini bir de…
Kapımı çaldığında “Neden geldin” diye sormadan alacağım seni küçücük evime. Neden geldiğini bana anlatmayacaksan kapımı çalma sakın!
Bırak ben tek başıma selamlayayım akşam kızıllığını, akşam kızıllığın soldurma, Ne olur kapımı çalma! Ama sakın!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

orada olmak!


Şu anda Ege’de herhangi bir kıyı restoranın akşam hazırlığı için ayıklanırken deniz börülceleri, bir yandan da rakılarını yudumluyorlardır belki de insanlar, o yıpranmış ahşap masanın üzerine koyuyorlardır bardaklarını, börülcelerin hemen yanına. Belki eski bir radyodan sesleniyordur onlara da şimdi benim dinlediğim şarkı. “Beni kaybettin artık, sen çok bekleyeceksin” diye... Ben de orada olmak istiyorum!

2 Mayıs 2010 Pazar

The mirror shows what I can‘t see!

• Çocukken ben, öldüklerinde çok ağlayamadığım, ne olduğunu bilemiyordum ölümün, cici annem ve cici babam vardı. Ablam ve ağabeyim de. Yedek bir aile gibi. Çocukken ağır bir yükmüş aslında iki ailenin de küçük çocuğu olmak. Neden kabul ettim acaba. Şimdi olsa yine yaparım!
• O zaman onların evinin karşısındaki boş alana ayısını getirdi bir Çingene. Ayıyı oynatırdı, çocuklar yakından izlerdi, ben hep pencereden bakardım. Ben de çocuktum. Hem de çok.
• Sarı olmasıyla ün salmış koskocaman rehberler vardı. Tüm Türkiye’nin telefon numaraları yazardı. Harf harf düzenlenmiş. Nerde görsem o rehberden bizim telefon doğru yazılmış mı diye bakardım. Sanki beni arayacakmış ve ulaşamayacak biri olmasın diye. Babamın adını orda görmek tuhaf bir gurur verirdi bana. Herkes yapar mıydı acaba öyle?
• Max bir şey sormak istiyorum. Hayallerinde ayrılırsan Earl Grey’den, ben evlenebilir miyim onunla? Bir kereliğine?
• İnsan bitsin diye başlamaz hiçbir şeye. Ama biteceğini anlayınca devam etmek isteyebilir, bir süre bile olsa.
• O kafedeyken, kedi tam ortamızdaydı, eve dönmeyecektim artık. O da yanımdaydı, kedi de. O an gelmişti mutluluk. Bir şeyin olmayacağını bilmek, devam etmeyeceğini ama yine de kabul görmek… Bilmem neden, huzurluydum o an. Yalan söylemiyordum, hiç de söylemeyecektim ki. Bana soracağı her sorunun yanıtı vardı ben de. O sormadan bile anlatabilirdim her şeyi. Sanki anlayacakmış gibi, ben anlamasını istiyorum diye anlayacak değil ya. Böyle düşünmek bile bencillikmiş. Bir kere bile anlamak istemedi ya. Kim bencil?
• Şeyi düşündünüz mü hiç? Hayat boyu bir sürü şey kaybediyorsunuz ya. Bİgün biri çıksa ve dese ki O kaybettiğiniz şeylerin arasından hangisini geri istersiniz? Ne tuhaf olur değil mi? Ben o kocaman içi sayfalarca özenle yazılmış mektup dolu kutumu isterdim. Ama olmaz ki öyle bir şey. Di mi? Olmaz!
• Fotoğraflarını yırttırdı bana. Nasıl saklarsın diye hesap sordu, o da ben de ağlıyorduk. Hepsini tek tek yırttım. Sonra çöpe attım. Akşam yemeğine aldığı etleri kavga ettiğimiz için pişirmemişti. Onlar da çöpteydi. Ertesi gün çöpümüzü dışarıdaki konteynera atmıştık. Aradan günler geçti. Okuldan eve doğru yürüyordum. Evin çok yakınındaydım. Yağmur yağıyor, yağmur suları aşağı doğru akıyordu. Yere bakarak yürüyordum. Ayağımın dibine bir kağıt parçası getirdi yağmur suyu. Bir baktım yırttığım bir fotoğrafın bir parçası. Tam göz kısmı. Hesap sorar gibi bakıyordu onun gözünden geçmiş bana. Bir an durdum. Yağmur daha da aşağı sürükledi geçmişimi. Biraz ilerde kırcılı bir kedi, etleri yiyordu. Hepimize afiyet olmuştu.
•Her şeyi hatırlamak istiyorum. Detayları, söylenenleri, tam da o gün giydiklerimi, adım atışımı, saçımdaki tokaları, ağzımdaki tadı, kulağımdaki müziği… “İçme, anılar gibi acı, içme sakın o şaraptan” diyor şimdi dinlediğim şarkı. İyi değil mi acaba hatırlamaya çalışmam?
•Ey bana akıl veren büyüklerim, siz 27 yaşındayken ne yapıyordunuz bu hayatta?
•Cukurcuma’da bir dükkanda iki tane koltuğa aşık oldum. Onlar birlikte ben yalnızım şimdi.
•Kadın seslerini seviyorum şarkılarda. Çirkin ama o kadar güzel görünen kadınlar onlar. Liste veremem burada. İrtibata geçin meraktaysanız!
•Biraz önce ilk defa dinlediğim ve bu gece bayılana kadar dinleyeceğim
bu şarkıyı bu geceye armağan ediyorum.

23 Nisan 2010 Cuma

Yapamadıklarımıza...

bu sana

dinle ama mutlaka


Düşler vardır satılmaz, derinde anlatılmaz

Yüreklerden silinmez, bazen de vazgeçilmez

Kapat gözlerini ve düşün, ipekten bir deniz

Pamuktan bir gökyüzü, iki tomurcuk yüreğimizde

Belki de sen ve ben ikimiz, birbirinin farkında gözlerimiz

Düşüncelerimiz, olmayacak hayallerimiz

Ne alınır, ne satılır, para yerlerde sürünür

Geçtikçe şu günler, anladıkça hayatı

Birçok şeyin değeri küçüldükçe küçülür

Fikret Kızılok

19 Nisan 2010 Pazartesi

if you want me, satisfy me!




gh :-"Onu seviyor musun" çekce nasıl denir?
mi* :-noor-esh-ho.
gh -noor-eşho?
gh -o zaman... noor-esh-ho?
mi -noor-ho-tebbe!
gh -ne?
mi -hadi, gidelim artık.
gh -sen ne dedin?
......


Eğer başka bir dilde soru sormayı öğreniyorsanız bundan önce mutlaka cevapların ne anlama geldiğini öğrenmelisiniz aslında. Çünkü cevabı anlayamadığınızda sorduğunuz soru köpükten yapılan bir baloncuk gibidir. Havalandıktan bir süre sonra patlayacaktır. Ya yere düşünce ya da daha düşmeden…

Cevap bilinse de ve hayat değiştirecek bir cevap olmasa da ‘değişim’in nasıl olacağı, olup olmayacağı ya da… Olmaması bazen o kadar tatlıdır ki. Bazen adım atılmaması, bazen başlaması oğlan olan bir şeyin başlamaması, hiç başlamayacak olması her şeyin ya da birçok şeyin üstünde kılar yaşanılanı. Karmakarışık bu cümleye anlam vermek isteyen saygıdeğer okuyucu sanırım önce ‘ONCE’ı izlemelisin.


Olmasın, değişmesin, kimse kimseye dokunmasın. Bazı ilişkiler pamuklara sarılmalı, tüm kötü renklerden korunmalı pamuğun beyazı. Bu da öyle olsun. Bir kere de öyle olsun...

* milujes ho? (onu seviyor musun?)
** miluju tebe (seni seviyorum)



P.S: Sex and the City filan izlerken kıskanır ya kadınlar, izlediğim hiçbir filmde hiçbir kadını Markéta Irglová kıskandığım kadar kıskanmadım ben!


14 Nisan 2010 Çarşamba

please press 9

İngilizceyle 9 rakamı arasındaki bu sıcaklık ve samimiyet nereden geliyor. Operatöre bağlanmak için sıfıra, ingilizce devam etmek için dokuza basılmasının sebebini biri bana anlatabilir mi? Bütün gün için için bunu düşüneceğim ben!

12 Nisan 2010 Pazartesi

"atılır mıyız oyundan, benzemezsek onlara?"

9 Nisan 2010 Cuma

or am i dreaming

  • Erkenden güne başlamak çok şahane bir duygu. Sohbet varsa, müzik varsa… Ne ala!
  • Barış işaretinin tarihini anlatıyorlardı o esnada. Biri İngilizce anlatırken diğeri tercüme ediyordu yüksek tavanlı salonda. İnsanları düşünüyordum tam o sırada. Bazen ne çok geliyorlar ama ne güzel. Hepsi iyi ki var. Zaten yıllardır biliyorum birçoğunu. Yeni eklenenlere ise anlatıyorum kendimi. Bazıları anlıyor daha da soruyor bazıları basıp gidiyor. Gitsinler de zaten. Çekemem, kal diyemem, durduramam.
  • ‘Bir de içime sor’ derler ya. Kimse de sormaz ama… Sorulmasa da anlatılamaya çalışılandır işte o sorunun cevabı. Sen anlatırsın ama… Bir de içime sorsana ya!
  • İnsanlar film gibi. Son zamanlarda film önerisiyle gelen herkesi o filme benzetiyorum. Öyle sabitliyorum durduğu yere. Ama bazı çiviler tutuyor, bazıları tutmuyor. Duvarın sert kısmına denk gelen çiviler hani tutmaz ya ne kadar çekiçle vurursan vur. Ama bir gerçek var ki duvarı yıpratır, boyasını döker! ‘Her şey bir iz bırakır’. En az bir!
  • Uzun zamandır giymediğin ceketi giyersin de elini cebine attığında para çıkar. Unutmuşsundur bile oysa ki. İşte hayat o an o kadar güzeldir ki.
  • Hayatı(n)a tecavüz eden herkesten kürtaj parası toplamalı insan!
  • Çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza edilmesi gereken şeyleri ilgi çekici kılan tek şey ulaşılamayacak yerlerde olmasıdır. Ulaşınca ‘Bu muymuş?’ dersin ya. Acı bir deneyim olur.
  • Tava Cumhuriyeti diye bir yer varmış. Teşekkürler Müzik! Neler öğrettin sen bana… Hiç çıkma hayatımdan olur mu? Söz senden kurtaj parası almayacağım.
  • Papatyalar kurudu. Sarı sarı parçalar düştü masama. Minibüs de üzerlerinde. Boyutlar farklı olsa hayalimdeki bahçe valla!
  • Politikayla olan tek ilgim zaman zaman Tahsildaroğlu ile Kılıçdaroğlu arasında bir akrabalık var mı diye düşünmek oluyor zannedersem. Utanç verici belki ama İstanbul Film Festivali Açılışında Kültür Bakanı’nın kırdığı pot kadar değil. Asla! Şükürler olsun!
  • Politikacılar yüzünden belki de… Hepsi gerçekten Politik Acılar!
  • Beynimin içinden tekrar tekrar izleyebileceğim bir kamera olsa keşke. Rüyalarımın izlenmesini isterdim, riyalarımın asla ama!
  • Leyla’dan geçme faslına gelmek için kaç Leyla görmeli insan?
  • Sırtı ağrıyor misal. Kas gevşetici sürüyorsun. Üzerine havlu koyup tişörtünü giyeceksin. Eğer havlu bir türlü durmuyor sen de tişörtünü giyemiyorsan dünyanın en yalnız insanısındır. İşte yaşlılık bu yüzden zor. Bu yüzden çok gücüne gidiyor insan yetemeyince kendine. Oysa yaşın kaç olursa olsun sırtına eli uzanmaz kimsenin.
  • Kaç kişinin ilkokul öğretmeni Facebook’tan mesaj atar ki. “Herkesin çocukluğundan bir şey var ama senden hiç yok” diye. O günden beri düşünüyorum için için İyi mi kötü mü diye.
  • Romantik acılar mı dönüşüyor acaba yaşlanınca romatizmaya?
  • Haftanın parçasıdır bu da...



3 Mart 2010 Çarşamba

yol.

* Cinsiyet denen mevhum olmasa ya! Sevmiyorum, istemiyorum, hoşlanmıyorum...
* İşime konsantre olsam da bitirsem bir an önce.
* Öyle daha rahat olur kafam!
* Yok ama hep araya giriyor bir şeyler.
* Hayatta hiçbir şey başladığı gibi devam edemez mi acaba?
*"Yol, kendine bir yer bulamamış insanın özlemidir." demiş ya o kitapta ne kadar yol gidersen o kadar yerin mi olur yani? Ne çok durup nefeslendi(m) ya da (k). Bir yere varıp kalmak lazım tam da orada... İyi ya da kötü!

1 Mart 2010 Pazartesi

Ödlek!

Artık gücünün yetmediğini düşündüğünde ölümü seçmek ödleklik mi?
Şarkılar yapacaksın, hadi bas akorlara, ne o gücün mü yetmiyor? Her dakika gücün tükeniyor mu?
Kas gevşetici aldığında öleceğini bilerek yaşamaya devam ediyorsun. Biraz fazla kas gevşetici kullansan öleceğini bilerek yaşıyorsun ve ödleksin öyle mi?

Vic Chesnutt 18 yaşında bir kaza geçiriyor ve felç oluyor, 45 yaşına kadar direnebildiği hayatı adına çekilmiş her video kaydında kucağında duruyor gitarı. Akorlara her basışında biraz daha yiyor ömründen. Bir süre sonra bazılarına basamıyor, gücünün yettikleriyle yapıyor şarkılarını ama yine de bırakmıyor gitarını. Ve bir gün kas gevşetici alıyor. Seni beni sadece gevşetecek ilaçlar onu öldürüyor. İntiharın bu kadar acısı ödlekçe mi! Ödlekliğin cesareti çok acıtıyor be dinleyince, okuduğunda. Böyle bir adamın bir ton sigorta borcuyla, doğru dürüst tedavi göremeden ve hayatla dalga geçer gibi kas gevşetici alarak intihar etmesi… Hepsi bu kadar hayatın!

'Coward' !
Ödleklik bu kadar cesaretli olamaz!

27 Şubat 2010 Cumartesi

İp

Çantasında bir tane daha takmak için rozet satan küçük dükkana girdi liseli kız. Minik şiir kitaplarının olduğu rafı kurcalarken eline alıp birkaç şiir okudu birkaçından. Son kitapta öylesine bir sayfa açtı.


İp------------------

Kulak tırmalayan topuk ve gülme sesleri arasında iş yetiştirme çalışırken yıllar sonra hatırladı Onu. Keşke dedi etrafımdaki kalabalıkta bir kişi olsa da söylesem, içimden kopsa bir anda. Üzüldü ve devam etti çalışmaya.


Bir intihar esnası------------------

Bir anda söylemek istedi ona. Ya gidenler gibiyse. O da olmayacak birkaç zaman sonra. Yok, harcayamazdı. Kimse kurtaramazdı belki de.


Boynumdaki ipi

Sana veriyorum

Beni yaşama bağla…


Olmaz mı?

-------------------------------------------------

İp

-Bir intihar esnası-

Boynumdaki ipi

Sana veriyorum

Beni yaşama bağla…

(Ese Ese - Burnundan Kan Gelen Adamın Kılcal Damarı)


Sindirim sistemi

  • Çiçekler gelir. Kocaman bir demet, üzerinde not. Mis gibi kokan güzel çiçekler… Hemen suyu doldurur vazoya koyarsın, kokuları daha da yayılır dışarıda yağmur yağar içeri baharı getirir çiçekler. Bir gün iki gün sürer gider kokusu. Sonra alışırsın o kokuya. Ama birkaç gün sonra, böyle bir anda iğrenç bir çürük kokusuna dönüşür. Ne oldu şimdi, bu muydu anlaşma? Not tüm sabitliğiyle durur ama, iyi ki…
  • Heyecanla başladığım her konuya ‘anlatmıştın’ diyor ya. Ne zaman yaptım bütün bunları? Hayretler içinde kalıyorum. Hayretler bile kalabalık olmalarına rağmen şaşırıyorlar bana!
  • Haiku diye bir mevhum var bilir misin? Bayılırım!
  • “Sonra kendimi düşündüm. Benim annemin anlattığı gibi hikâyelerim olmayacak çocuklarıma anlatabileceğim. Çünkü o kadar çok olacaklar ki ben hangi birini anlatacağımı bilemeyeceğim belki. Sansürleyip masum göstermeye çalışmak yalan söylemek midir? Bazı şeyleri söylememek mesela? Annem de öyle mi yapıyor ya da? “Kapıdaki taşın altına mektup bırakırdı.” demesinin altında başka anlamlar yatıyor olabilir mi?” dedi. Annemi düşündüm ben de. En iyisi olmasın çocuğun!
  • Dans etti, eğlendi, döndü durdu. Tanımıyordu, tanıştı. Ne oldu. Hep güzel gitse diye gökyüzüne baktı. Yok, bir şey istemeye yüzü yoktu. Dua etmiyorsa utancından hep. Yüzü olmadığından…
  • Ne kadar hızlı öğrenirsen o kadar çabuk unutursun. Ne kadar hızlı kilo verirsen o kadar çabuk geri gelir kilolar gibi hani. Sindirim sistemi önemli. Her meselede hem de.
  • Şarkıda ‘hiçlik ülkesinden geldim’ diyor ya. Ne zaman yazdım diyorum böyle bir satırı ve nasıl ulaştı bu kadının ağzına… Ben ciddi bir şeyden bahsediyorum, O gülüyor.
  • “Son olursak, sonsuz oluruz” dedi kadın o an yeni bir şarkı başladı. Duyulmadı sesi. Gökyüzündeki duymuş mudur? Dua değildi, öylesine…
  • Bu kadar TESADÜFü yaşadığı için şan(s)lı mı sence? Kafası karışır insanın. Gökle deniz aynı renk olur, ufuk çizgisi belirsiz. Her şey iç içe geçmez mi? Ne yapsın? O da öyle!

    Şimdi gelecek

    sana Bahar yeniden:

    bırak, bilme, ne --




    ne bil, ne bilme:

    gelsin hepsi yeniden

    sen bilmeden, hiç...

    O.Aruoba



18 Şubat 2010 Perşembe

bugün

Bir odaya kapatsalar beni, kaleydeskopumla pencereden baksam bütün gün.
Bir kaç tane de şarkı çalsa fonda ama en çok sessizlik olsa.
Bügün sadece bunu istiyorum.
Sadece!

1 Şubat 2010 Pazartesi

yeşil çimenler...

Bazı şarkılar zamanını bekler. Bilirsin, duyarsın ama dinlememişsinidr işte. Tom Waits'ten biliyordum ama bu başka olmuş.

http://www.youtube.com/watch?v=0yPMdWxSxUg

lay your head where
my heart used to be
hold the earth above me
lay down in the green grass
remember when you loved me

16 Ocak 2010 Cumartesi

AIR

Son albümleri 'Love' ile beni benden alamasalar da yine de hayal kırıklığına uğradım demek istemiyorum onların yaptığı bir şey için. Uzun zaman önce kendileri için yazdığım yazıyı buraya koymayı çok istedim.

Grubun adı: Air

Tarzı: Araştırdım, baktım, chill out diyorlar, elektronik diyorlar, valla pek tanımsız diyorlar ama ortak nokta, Pink Floyd kanı taşıdığı konusunda.

Nasıl keşfedildiği: Playground Love; bu parça ile... Kocaman bir mektup aldım yıllar önce; o mektubu okurken dinlemem gereken bir CD ve de... O dönem bir CD çalarım yoktu ve en yakın teknoloji ünitesinde CD’yi kasede çektirdim. En çarpıcı parçaydı, benim için hazırlanan o albümdeki parçalar arasında. Ama uzun süre Air’ın diğer parçalarını ve albümlerini araştırıp dinlemek gibi bir derdim olmadı. Yetti bana Playground Love... (Hatta artıyordu bile çoğu zaman)

Site: www.pocket-symphony.com (Gayet keyifli bir tasarıma sahiptir siteleri. Dekorasyonla iç içe. Ne bileyim, bir masanın üzerinde duran eşyalar. En şeker olan şeyse galeriye girersin, eşyalar yakınlaşır ve tıkladığınız her fotoğraf, boş duran çerçevede büyük boy görünür. Video dersin, TV yakınlaşır, onun içinde döner videolar...

Bazı kelimeler vardır, gerçek anlamları dışında anlamlar canlandırırlar beyin kıvrımlarında... Bana mı öyle oluyor, bilemiyorum ama bana oluyorsa birileri de aynı şeyi hissediyor olabilir diye düşündüğümden bu denli rahatım beynimin kıvrımlarını ifşa ederken. Organik kelimesi mesela; canlı bir şeyin parçası veya ondan meydana gelmiş bir şeyi anlatmak için kullanıldığı yönünde kayıtlarda. Ekolojinin önem kazanmasıyla da sık sık kullanılmaya başlandı bu Fransız kökenli güzide kelime. Organik domatesler, efendime söyleyeyim, reçeller... Neden organik kelimesine bu kadar takıldım... Sebep şu ki buradan bir gruba bağlayacağım sözü; o da Air. (Yazarken fark ettim de grubun ismi pek bir organik; yalan mı?)

Air’ı birkaç aydır sıklıkla dinliyorum, fena halde de seviyorum. Yaptıkları müzik için beynimde oluşan tanım ise şu: Organik müzik. Dinlediğim tüm parçalarını düşünüyorum; tüm parçalar organik, ferah, taze... Benim bu tanımıma karşılık, grubun sıkıntılı olduğu sonucuna varılmış birçok yorum okudum ve hiçbirine katılmadım. Şuna bağladım: Grubun adının duyulmasında oldukça büyük etkisi olan, 1999 yapımı sinema filmi The Virgin Suicide. Air’in müziklerini yaptığı filmin konusu, beş kız kardeşin sır ve sıkıntı dolu aile yaşantısıdır. Sıkıntılıdır film ve Air’ın müzikleri de bu sıkıntıya eşlik eder. Ama bir Playground Love filmden bağımsız şekilde dinlendiğinde (ki ben filmi izlemeden önce -çok da sık olmakla birlikte- yıllardır dinliyordum) gayet şeker bir parçadır. Sen benim oyun bahçesi aşkımsın der Türkçe mealinde; çok da tatlı sözlerle devam eder. O ki Air’ın “sıkıntılı” yaftası bu albümle yapışır. Buna ek olarak da grubun elamanları Jean-Benoit Dunckel ve Nicolas Godin Fransız’dır. Bu “Fransız grup olma” durumu, yaftanın arkasındaki yapıştırıcı miktarını biraz daha pekiştirerek iyice yapıştırır Air’a “sıkıntı” damgasını. Çünkü Fransız filmleri de, müzikleri de, havası da, suyu da sıkıntı demektir birçokları için. Ben ısrarla, benim için sıkıntı olmadıklarını söylüyorum ki dinlemeli mutlaka. Liseden arkadaş olan Jean-Benoit Dunckel ve Nicolas Godin, 1995 yılında, ya lise bitmeden ya da bittikten hemen sonra iki kişi kuruyorlar grubu. Konserlerde sayı 10’u (yazıyla on) bulsa da grubun iki kişi olmasıyla iyi müzik yapmaları arasındaki bağlantı CocoRosie’de bahsettiğim tezimi bir kez daha yineliyor ve daha birçok grubun bu tezi yineleyeceğine eminim. İşte yine iki kişi! Grup sırasıyla 1997’de Premiers Symptomes, 1998’de Moon Safari, 2000’de The Virgin Suicides, 2001’de 10,000 Hz Legend, 2002’de Everybody Hertz, 2003’te Air Baricco, 2004’te Talkie Walkie, 2007’de Mer du Japon, yine 2007’de Pocket Symphony albümleriyle karşımıza çıkıyor. Yani sık sık çıkıyor, gayet de sağlam çalışıyor. Son olarak 2008 Nisan ayında ise -tam on yıl önce yaptıkları- Moon Safari albümünün yenilenmiş haliyle, Moon Safari Reedition’la kendilerinden söz ettiriyorlar ki bu “reedition” taktiğiyle devam ederlerse 2017’ye kadar varolanı yenilemekle uğraşacaklar. (Yok canım olmaz öyle şey.) Bu albümler dışında ise Jean Benoit Dunckel’ın bir solo albümü çıkmış 2006’da; bu var, bir de Lost in Translation filminin müzikleri var. Daha neler, neler...

Tavsiye edilen parçalar:

Biological: Talkie Walkie’de yer alan parça. Playground Love’dan sonra en çok kayırdığım ve dinlemenizi tavsiye ettiğim değil, ısrarla direttiğim parçadır. Aşk her müzik tarzında işlenir, hatta o kadar işlenmiştir ki artık kazınmıştır akıllara. Türlü çeşitli yolu vardır aşkı anlatmanın ama bu yaşıma kadar dinlediğim tüm şarkıların içinden iki tanesini seçerim ve derim ki “budur arkadaş”. Kasmaya gerek yok, gayet basit cümlelerle anlatmak bir yana, yaşatılabilir aşk. Bunlardan biri John Lennon’a aittir: Love. Diğeri de Biological. XX XY, That’s why it’s you and me! Aşık dinleyiniz!

How Does It Makes You Feel?: Gerçekten kırık bir parçadır. Dinlerken bir uzaylı ile dünyalının arasındaki anlamlandırılamaz aşk canlanıyor gözümün önünde. Uzaylı kendi gezegeninden sürekli olarak dünyadaki hatun kişiyi izliyor. Hatun izlendiğini biliyor, o da aşık. Ama yapabilecekleri bir şey yok. Çünkü bu planetsel bir sorun. Ve uzaylı abi soruyor: İyiyiz, hoşuz da bu aşk sana ne hissettiriyor. Hatunun cevabı ise fevkaladenin fevkinde, gerçekten bir hatun yaklaşımı. “Dinleyiniz”in ötesindeki tavsiyem şudur ki bu parçanın klibini mutlak suretle izlemeniz.

Alone in Kyoto: Bu parça başından sonuna kadar etkileyiciliğinden hiç ödün vermez. İlkbahar gecesinde hiç uyuyamamış bir bünyenin, sabahın ilk ışıklarıyla yürüyüşe çıktığında, serin havanın uyuşuk bedeni her adımda biraz daha açması ve büyüyen ağaç dallarının çıtırtısını duyma hissiyle aynı şeyi hissettiriyor bana. Yeni yaşam alanına atılmış ve bundan sonra bir evin bahçesindeki küçük gölette yaşayacak olan turuncu balığın öpüşme hayali ya da... “Mutlaka dinlenmeli” listesinde.

Empty House: Kurcalar. Biraz yüksek sesle dinlendiğinde tüm düşünceleriniz bir araya gelir, el ele tutuşur ve kafatasınızın içinde dönmeye başlar. “Arkadaşım bilmem ne, arkasını dönse” oyununu oynar düşünceler; giderek büyüyerek... O sırada zemin çimenle kaplanır, bir ağaç büyüyüverir kenarda. Çimenler büyür, uzar, uzar, düşüncelerin üzerini kaplar. Sonra yalınayak yürümeye başlarsın uzamaya devam eden çimenlerin üzerinde. Ezerek ve çiğneyerek, altta kalmış oyun oynayan düşüncelerini. Arkasını dönme sırası tam da sendedir ki o esnada biter parça.

Left Bank: Pocket Symphony’den, yerden birkaç metre yüksekte yürüten parçadır. Kalabalıkta yürürken biriyle karşılaşma isteği duyulur ya deli gibi, herkesin yüzüne bakarsın tek tek... Bunu da tanımıyorum; yo, bu da değil; aaa, bu şey miydi; yo, onun saçları bu kadar uzamış olamaz; yok ya bunu da bilmiyorum... Kafayı kaldırırsın sonra. “I can’t hold the sun.”

Ben daha yazarım bir dolu parça ama siz de dinleyin lütfen.


8 Ocak 2010 Cuma

saç baş karılmış

Dekorasyonla hiç ilgilenmeseniz bile bu sandalyeler ve tabureler eğer kadınsanız mutlaka ilginizi çekecek. Buna eminiz. Saçlarla kaplı bu ilginç oturma ünitelerinin bir kadın tasarımcının imzasını taşıyor olması hiçbirimizi şaşırtmadı tabii ki. Kabiljo Inc. Markası altında tasarımlar yapan Dejana Kabiljo 2008 ve 2009 yıllarında Milano’daki Zona Tortona’da da adından bahsettirmiş. Hazırladığı bu oturma üniteleri Prettypretty koleksiyonuna ait. Bir kuaför salonunun iç mimarisinde kullanıldığında gayet eğlenceli olabileceğini düşündük. Ayrıca Dejana Kabiljo’ya ait bu tasarımlar Philippe Starck tarafından Beverly Hills’teki SLS Hotel’in iç tasarımında da kullanılmış.

( dikkat bu yazının resmiyetinin gerçek sebebi dergi için yazmış olmamdır. amin!)

Café Germain


Paris, seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli!

Şu uçak korkum beni engellemesin ve bir de problem-ül maddiyet olaylarını çözeyim, Paris'i görmeden ölmek istemiyorum açıkcası. Sitelerde fellik fellik gezerken karşıma yeni açılan bu restoran çıktı. Burası Paris’in ünlü oteli Hotel Costes’in sahibi (Thierry Costes) tasafından açılmış. İki katlı olan bu restoran 70’li yılların bistro tarzını yeniden canlandırıyor. İranlı mimar India Mahdavi tafarından tasarlanan Café Germain’in iki katı kadar boya sahip olan ‘Sophie’ ismindeki sapsarı kadın heykeli en ilgi çeken detay. Fransız sanatçı Xavier Veilhan’ın eseri olan bu heykel restoranda baskın olan koyu maviyle, hem zeminde hem de dekorasyon ünitelerinde kullanılan dama ve leopar desenleriyle, deri kanepeler, çiçek desenli vintage puflarla uyum içinde iki katta da kendini tüm endamıyla gösteriyor. Paris’ten sıkıldım diyenler varsa Café Germain’ı görmek için bile bir kez daha gidebilirsiniz. Ya beni de götürün ya sen de gitmeyin:P

4 Ocak 2010 Pazartesi

Hadise - ül LOVE

İçinde 'love' kelimesi geçen şarkıları saymaya kalksak o sözlerle dünya kaç kez sarmalanır kim bilir? Ama ben bunca yıllık hayatımda bundan daha iyisini dinlemedim, bu kadar basit sözlerle bu hadisenin daha iyi anlatılabileceğini de sanmıyorum.

LOVE
Love is real, real is love,
Love is feeling, feeling love,
Love is wanting to be loved.
Love is touch, touch is love,
Love is reaching, reaching love,
Love is asking to be loved.
Love is you,
You and me,
Love is knowing,
We can be.
Love is free, free is love,
Love is living, living love,
Love is needing to be loved.

Bu çift için Moldy Peaches'in nadide parçası olan 'Anyone else but you''dan bir satır eklemeden geçemeyeceğim;
'WE SURE ARE CUTE FOR TWO UGLY PEOPLE'