26 Eylül 2009 Cumartesi

Crystal Castles


Varoluş sebebimi düşününce, canı sıkılan tanrının önce bizi yaratmaya başladığını, sonra da işi büyütüp bu kalabalığı, trafiği, iklimleri, denizleri ve buzulları eklediği sonucuna varıyorum. Bilmediğim coğrafyalar ve evrenin büyüklüğü kanımı dondurmaya başlamadan, ‘Neyse yahu, ben kendi dalgama bakayım, oyun ‘büyük patron’un, karışmak olmaz.’ diye geri çekilip kendi yarattığım küçük dünyamda, kendi yarattığım küçük oyunlarımı oynuyorum. O büyük, ben küçük ve kafası karışığım. Onun elinde kocaman bir joystick var, benim elimde ise minnacık bir MP3 çalar…(Bir iTouch’ım bile yok, anlıyor musun?)
Pusula bana Taksim / İstiklal Caddesi istikametini gösterdiğinde, hele de kanıma arpanın suyu, üzümün leşi karıştıysa ve ben de yalnızsam, kalabalıkta yürüyorsam… Hooop değmeyin keyfime…
Crystal Castles’ın bazen asla tahammül edemediğim parçaları, kulağımın tam önünde örs - çekiç - üzengiye dalış yapmak için gözlüklerini takmış, hazır bekliyor. Dalış, midemin içinde oluşan alkol denizinde son bulacak. İlk parça ‘Untrust Us’. Burger King’in önündeyim. Start veriliyor. ‘Sağdan inin, sağdan çıkın’ kuralını ihlal eden bir dolu insanın arasından, hafif göbekli bünyemi aşağıya doğru sallandırıyorum. Çarpmadan geçtiğim her insan bana artı puan getiriyormuşçasına çaprazlar, zikzaklar ve yarım elipsler çizerek ilerliyorum; Benetton’un önünde ikinci level’a geçiyor oyun. Hem insanlara çarpmamalı, hem de çizgilere basmadan yürümeliyim. Tam o esnada ‘Alice Practice’ başlıyor. Daha hızlı yürüyorum. Terliyorum ve hızlanıyorum. Hırkamı çıkarmaya bile vaktim yok. Zaman kutucuğundaki kırmızı gösterge ya da kum saatindeki kumlar (her nasıl kuruyorsanız siz ekran görüntüsünü) azalıyor. Hız alıyorum, alıyorum, alıyorum. Kırmızı saçlı asi gençleri, evlilik yaşına gelmiş ‘ökçesiz giymem abi’ tadındaki ablaları geçiyorum; yaşlı amcaları ve teyzeleri -hızımdan dolayı netleşmiyor- bulanık hatırlıyorum. Yürü! Yürü! Yürü! Çarpma! Çarpma! Çarpma! Çizgiden çıkmaaa! Duuubbbbsssttt! Çiçek Pasajı’nın önünde, Şampiyon’dan gelen acılı kokoreç kokusunu hafifçe hissediyorum ve dalıyorum Çiçek Pasajı’na. O esnada şarkı da, oyun da bitiyor. Kaledeki karısını ve çocuklarını kurtarmış Super Mario edasıyla yürüyorum yavaşça; hafif de göbekliyim ya… (Mario’nun da adı Mahmut filan olsaydı, ne bileyim, tam da çiçekteki akşamcı amcalar gibi değil mi tipi.) Hıh, kendimi tam öyle hissediyorum. Kulaklarımdaki fazladan nota ve elektronik ses yığını, insan uğultusuyla temizleniyor. İlerliyorum. Türk Sanat Müziği’nin ağırlığına alıştırıyorum kan akışımı. Masalara bakıyorum. ‘Neredeydi yahu bizimkiler? Yine mi güzeliz, yine mi çiçek…’ ( Nasıl kaptırdım kendimi, hiç öyle ‘bizimkiler’ diyebileceğim genel içici bir arkadaş grubum olmadı, yalan; tamam)
Velhasıl demek istediğim; Crystal Castle. Multi enstrümanlarını Ethan Kath’ın, vokalini de -ne güzel ablamızsın sen ‘Alice Abla’ şeklinde fotoğraflarına baktığım- Alice Glass’ın yaptığı grup. Evet, bunlardan bahsetmek istiyorum. Adını ‘bkz. aşağı’dan almış bu grup.
I am Adora, He-Man’s twin sister, and defender of the Crystal Castle.
This is Spirit, my beloved steed.
Fabulous secrets were revealed to me the day I held aloft my sword and said: ‘For the Honor of Greyskull!’
She-Ra, She-Ra… She-Ra… She-Ra, She-Ra… I am She-Ra!
Hatırladınız, değil mi? Ben hatırlamadım; savaşan kadın çizgi filmini izlemedim çünkü küçükken. Göbeğinde kalp, gökkuşağı, efendime söyleyeyim, sevimli şekiller olan ayıcıkların bulutların üzerinde yaşadığı bir çizgi film vardı ya, ‘Care Bears’ onu izlerdim. Gerçeklerden uzaktı. Neyse işte… Crystal Castles, kafayı çizdiğiniz dakikalarda size ya iyi gelecek ya da kayışa ‘inceldiği yerden kopsun baskısı’ yapacaktır. Benim bildiğim bir tane albümleri var, grubun ismiyle aynı. Edinin, dinleyin. Hepsi bu.

0 yorum:

Yorum Gönder